Demokratik açılımlar her ne kadar AK Parti iktidarıyla sembolleşmiş olsa da, yakın politik tarihte de tartışma konusu olmuştur. SHP’nin 1990 yılında hazırladığı “Kürt Raporu”, ardından farklı siyasi yapılar tarafından da hazırlanacak olan benzeri raporlara altyapı hazırlamıştı.
AK Parti iktidarına dek Kürt sorunuyla ilgili en büyük tartışma konusunu Kürtçe üzerinden gerçekleşen toplumsal ayrışmalar oluşturuyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Seyit Rıza gibi isimlerin önderliğinde gelişen Tunceli aşiretlerinin gerçekleştirdiği isyanların bastırılmasının ardından erken dönem Kürtçe yasakları başlamış oldu. Özellikle 1946 yılına kadar bölgede uygulanan sıkıyönetimde Kürtçe’ye karşı önemli düzeyde engellemelere gidildi.
Sıkıyönetimin ortadan kalkmasından 1980 askeri darbesine kadar resmi bir yasak olmamasına rağmen, devletin uyguladığı baskı kendisini hissettiriyordu. Darbede resmi olarak yasaklanan Kürtçe dili, 1991’de yasanın kaldırılmasıyla birlikte yeniden serbestleşti. Tam da bu yılların ardından terör örgütü infial yaratan eylemlerini artırırken, meclis kürsülerinde, yazılı basında ve sanat camiasında ciddi bir Kürtçe propagandası yapılıyor, toplumun temel hassasiyetleri kaşınıyordu. Devlet politikalarının taviz politikalarına dönüşmesin başlangıcı da bu zamanlara denk geliyordu.
Kürt siyaseti özellikle 90’lardan sonra hep aynı döngüden beslendi. Terör örgütü aralıksız şiddet eylemleriyle bir sopa görevi görürken, siyasi temsilcileri bu olayların gölgesinde şiddeti azaltmak, durdurmak, dizginlemek vaadiyle diyalog kanallarını açık tuttu. Her daim barışa olumlu bakabilen siyasi duruşlarının arkasında devlet tarafından muhatap alınma istekleri yatıyordu. Siyasi otoriteler tarafından her muhatap alınma onlar için bölgesel bir legalleşme aracıydı. Yıllar boyunca devlet eliyle şeytanlaştırılan siyasi hareket, bu sayede hitap ettikleri halkın çoğunluğunun desteğini kazanacaklarını düşünüyorlardı. Nitekim günümüzde gelinen noktada büyük ölçüde başarılı olduklarını görmekteyiz.
Çözüm sürecinin başlangıcı
Çözüm sürecinin ilk adımlarının atıldığı 2009 yılının arifesinde, siyaseti ve toplumu böyle bir kabullenişe iten psikolojik sebepleri anlamak zor olmayacaktır. 2007’deki Dağlıca Saldırısı, 2008’deki Aktütün Saldırısı gibi yapılan iki büyük eylem, ülkeyi ciddi anlamda sarsan dramatik olaylardı. Bunun yanında yine 2008’de Güngören’de yaşanan patlama da sivil kayıplarla sonuçlanan önemli bir saldırıydı.
Her elim olayın ardından kamuoyunda büyük bir tepki oluşuyor, yürüyüşler yapılıyor, sloganlar atılıyordu. Her defasında özellikle de PKK’nın siyasi kanadına da ciddi tepkiler yükseliyordu. Bir yandan iktidar ağır bir dille eleştirilirken diğer yandan DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk üzerinden nabız yoklaması yapılıyordu. Ahmet Türk, kendini ya da temsil ettiği topluluğu direkt hedef aldırmayacak, kendince “makul” açıklamalar yapıyordu. Savaştan, şiddetten yana olmadıklarını, bu tür sorunların demokratik yollarla çözüleceğini vurguluyordu. Ahmet Türk, fikir yapısı olarak en az diğerleri kadar radikal savunulara sahip olsa da, kullandığı dilin yumuşak ve diyaloga uygun olması kamuoyunda uzlaşmacı bir akil adam gibi yansıtılmasına sebep oluyordu. Kürt siyasetinin yumuşak yüzü rolünü üstleniyorken, her eylemin ardından sözde barış görüşmeleri konusunda kamuoyuna mesaj verme vazifesi ona veriliyordu.
Açılım sürecinin en can alıcı noktalarından birisi de 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’ydı. ‘Suriye Demokratik Güçleri’ adıyla neredeyse tamamını örgüt üyelerinin oluşturduğu birlikler, IŞİD ile savaş bahanesiyle Türkmen ve Arapların yaşadıkları toprakları ele geçiriyorken, çözüm müzakerelerinin yürütüldüğü bir dönemde sınır içinde yeterince müdahaleye maruz kalmayan PKK, Türkiye-Suriye sınırından koridorlar inşa ediyor, Suriye iç savaşındaki Kürt güçlerine asker ve silah tedariki yapıyordu. Aynı zamanda da, sürecin sonlarına doğru pek çok ilçede hendekler kazılmıştı.
Sürecin sonu ve HDP’nin kazanımı
2015 yılında iki polisimizin şehit edildiği Ceylanpınar saldırısı ile resmi olarak sona eren süreçten 1.5 ay önce yapılan genel seçimlerde HDP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde üstünlüğü ele geçirmişti. 2007 yılındaki genel seçimlerde ezici bir üstünlükle bu bölgenin hakimi olan AK Parti, kendi başlattığı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde asla denenmemiş riskli bir barış sürecinin sandıktaki kurbanı olmuş oldu. Öyle ki Tayyip Erdoğan bu sürecin başında kendi siyasi ikbalinden dahi vazgeçebileceğini ifade ediyordu. Bu mesaj tamamen milliyetçi-muhafazakar seçmene yönelik algılandı. Oy kaybına rağmen Kürt sorununun üzerine gidecekti ve çözecekti.
Ancak beklenenin tam aksi oldu. Hançer Milliyetçi-muhafazakar seçmenden değil, desteğinin asıl artması gereken Kürtlerden geldi. Bölge oylarının çoğunluğu 2015’teki seçimde HDP’ye kaymıştı. Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet tarihinde hiç cesaret edilememiş olan bir girişimin nihayetinde, Kürtler tarafından yalnız bırakılmıştı.
Bu durumun temelinde yatan en bariz sebeplerden birisi de çözüm sürecinin samimi olmayan tarafının AK Parti olduğu ve bu sürecin bitişine sebep olduğu yönünde gerçekleşen algıydı. HDP, bu algıyı ustaca kullanarak süreci sabote etmeyi başardı. Öyle ki müzakereleri asıl sekteye uğratan kronoloji açıkça belliydi.
Öcalan ve HDP’nin silah bırakmak için sunduğu 10 maddenin çoğunluğu üzerinde çalışılacak, uzlaşılacak gibi değildi. Sunulan 10 maddenin taslağındaki en can alıcı kısımları şunlardı:
- Terör örgütü üyeliği cezalarına dair maddelerin kaldırılması
- Yerel yönetimlerde özerklik
- Terör örgütüyle bağı olan ve hukuka aykırı bütün örgütlenmelerin sivil toplum örgütü olarak yasallaştırılması
- İç güvenlik yasa tasarısının yumuşatılması
- Anadilde eğitim
- Anayasadaki Türklük tanımının kaldırılması
Her türlü istismara ve istilaya açık bu maddeler, zaten hükümetin bu konudaki motivasyonunu tüketmeye yetmişti.
Milliyetçi-muhafazakar halkın AK Parti’nin çözüm sürecine desteğinin en önemli sebebiyse, bekle-gör politikasıydı. Silahlar susacaksa, TRT’de Kürtçe kanal açılması ve Kürtçenin serbestleşmesi gibi adımlar makul karşılanıyordu. Hatta pişman olan örgüt üyelerinin kamuda iş bulması da mesele değildi. Ancak sunulan 10 maddenin ne hükümet kanalında değerlendirilebilecek ne de halk kanadında kabul görecek bir niteliği yoktu. Bu durum, umutla başlayan sürecin hayal kırıklığıyla sonuçlanmasına ve yıllardır tevazu gösterilen örgütün yeniden şiddete başvurmasına yol açtı. Örgüt ve sempatizanları iş makinalarını yakarak, çeşitli eylemler düzenleyerek tepkilerini dile getirdiler. Ceylanpınar Saldırısı ise, PKK tarafından bütün köprülerin atıldığının net fotoğrafı olacaktı.
Ana akım Kürt partisi
Bütün sürecin belki de en net sloganı şuydu; “Bağımsız siyasiler geleneğinden, siyasilerden bağımsız bir geleneğe!” Kürt siyaseti, 90’ların başından itibaren bağımsız adaylarla başladığı yolculuğundan günümüze, figürlerden bağımsız ideoloji merkezli bir ekol yaratmayı başardı. Öyle ki, HDP, DEM adına ne dersek diyelim, mevcut popülaritesinin arkasındaki tek sebebin Selahattin Demirtaş olmadığı, tutuklanmasından sonra gerçekleşen beş seçimdeki oy oranlarıyla açıkça ispat olmuştur. Bu doktriner siyaseti temsil eden gelenek artık hiçbir partinin yapamayacağı derecede yerini sağlamlaştırmıştır ve sadece varlığı dahi milyonluk kitlelerin arkasında durmasına yeterli olacaktır.
Bugün bu hareketin talepleri, çözüm sürecindeki on maddede belirtildiği gibi devam etmektedir. Her defasında yerini sağlamlaştıran, hedeflerinden vazgeçmeyen, öyle ya da böyle kimlik savaşını topluma kabullendirmeye çalışan bu topluluk, 7-8 milyon seçmenini de arkasına alarak siyaset dilini gittikçe daha agresif bir hale getirmeye başlamıştır. 2024 Yerel Seçimleri’nde kayyumlardan geri aldıkları belediyelerde pek çok hukuksuz uygulamalara başlayarak adeta yerel yönetimlerde özerkliği benimsemiş bir tavır takınmaktadırlar. Tarihte eşine az rastlanır bu sosyolojik ve demografik sorun, gittikçe karmaşıklaşmakta ve gelecekte ülke adına büyük tehlikeler barındırmaktadır.