Görünüşte birbirinden farklı iki ideoloji olan ateizm ve milliyetçilik, tarih boyunca sıklıkla karmaşık şekillerde kesişmiştir. Ateizm dini inancın reddine odaklanırken, milliyetçilik bir ulus-devlet veya kültürel miras etrafında birlik ve kimlik duygusunu teşvik etmeye odaklanır.
Tarihsel olarak ateizm bazen ulusal kimlik veya siyasi güç üzerinde önemli bir etkiye sahip olan dini kurumlara meydan okumak için bir araç olarak kullanılmıştır. Örneğin devrimci Fransa’da, Aydınlanma’nın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik idealleri çerçevesinde laiklik için yapılan baskılar, Katolik Kilisesi’nin devlet işleri üzerindeki etkisini azaltmayı amaçlamıştır. Benzer şekilde, Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde ateizm sadece kişisel bir inanç sistemi değil, aynı zamanda yeni sosyalist ulusun kolektif kimliğine aykırı olarak algılanan dini gelenekleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, devlet tarafından dayatılan bir ideolojiydi.
Öte yandan milliyetçilik, devletin hedeflerine bağlı olarak dini kimliği desteklemek ya da bastırmak için de kullanılmıştır. Bazı durumlarda seküler milliyetçi hareketler, farklı nüfusları modernleştirmek ve ortak bir ulusal vizyon altında birleştirmek için aktif olarak dinin rolünü en aza indirmeye çalışmıştır.
Ateizm ve Milliyetçiliğin Kesişim Noktaları
Milliyetçilik ve ateizm, ilk bakışta farklı dünya görüşleri gibi görünse de, dünya tarihinde zaman zaman kesiştikleri önemli noktalar olmuştur. Bu kesişimler genellikle ideolojik, politik veya kültürel dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde ortaya çıkmıştır.
1. Fransız Devrimi: Milliyetçilik ve Ateizmin İlk Kesişimi
Fransız Devrimi (1789-1799), milliyetçiliğin ve sekülerizmin birlikte yükseldiği önemli bir tarihsel olaydır. Devrimciler, kilisenin toplumsal ve politik güç üzerindeki etkisini kırmayı hedefleyerek laik bir devlet anlayışını öne çıkardılar. Bu süreçte Katolik Kilisesi’nin otoritesine karşı çıkılmış ve hatta “Akıl Dini” adıyla ateizmi yücelten bir hareket başlatılmıştır. Robespierre gibi devrim liderleri, milliyetçi bir ruhla “ulus” kavramını kutsallaştırırken, dine dayalı gelenekleri reddeden bir yaklaşım sergilemişlerdir.
2. Sovyetler Birliği: Ateist Milliyetçiliğin Yükselişi
Sovyetler Birliği, milliyetçilik ve ateizmin iç içe geçtiği bir diğer önemli örnektir. Marksist ideolojiyi benimseyen Sovyetler, dini “halkın afyonu” olarak görmüş ve dini inançları baskılamıştır. Ancak aynı dönemde, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında, Rus milliyetçiliği yoğun bir şekilde teşvik edilmiştir. Stalin liderliğinde, Ortodoks Kilisesi’ne yönelik baskılar bir süreliğine hafiflese de, genel olarak Sovyetler, ateist bir devlet olarak ulusal birliği ve milliyetçi duyguları ideolojik amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanmıştır.
3. Çin Halk Cumhuriyeti: Ateizm ve Han Milliyetçiliği
Mao Zedong önderliğinde kurulan Çin Halk Cumhuriyeti de, milliyetçilik ve ateizmin kesiştiği bir diğer örnektir. Çin Komünist Partisi, dini inançları ideolojik bir tehdit olarak görmüş ve dini kurumları kontrol altına almıştır. Ancak aynı zamanda, Han milliyetçiliği üzerinden bir ulusal kimlik yaratılmıştır. Bu kimlik, Çin’in çok dinli ve çok etnik yapısını baskılayan bir araç olarak kullanılmıştır. Uygur Türkleri gibi dini azınlık gruplarına yönelik baskılar, bu ideolojik kesişimin günümüzdeki yansımalarıdır.
Darwin’in Evrim Teorisi’nin Milliyetçilik ile Çatışması
Evrim teorisi, yaşamın kökenini ve canlıların tarih boyunca geçirdiği değişimleri bilimsel bir perspektiften açıklayan bir yaklaşımdır. Bu teori, tüm insanların ortak bir atadan geldiğini ve genetik çeşitliliğin doğal seleksiyon, mutasyon ve çevresel faktörler gibi süreçlerle oluştuğunu ortaya koyar. Bu çerçeveden bakıldığında, evrim teorisinin özü, insan toplulukları arasındaki ayrımların, ideolojik ya da ırksal üstünlük iddialarını anlamsız hale getirdiğini açıkça göstermektedir.
Charles Darwin, Türlerin Kökeni adlı eserinde evrimi bir süreç olarak tanımladığında, dönemin sosyal ve ideolojik atmosferi içinde bazı kesimler tarafından yanlış anlaşılmış ve hatta türcülük üzerinden ırkçılığı savunduğu iddiasıyla suçlanmıştır. Ancak Darwin’in ortaya koyduğu evrimsel mekanizmalar, aslında biyolojik olarak ırk kavramını geçersiz kılmaktadır. Evrim teorisi, insanların farklı fiziksel özelliklerinin yalnızca çevresel adaptasyonlardan kaynaklandığını ve genetik açıdan anlamlı bir “ırk” kavramı olmadığını ortaya koymaktadır.
Darwin’in düşüncelerinden ilham alan evrimci akademik çevreler ve bilimsel topluluklar, biyolojik olarak ırk bilincine karşı güçlü bir duruş sergilemişlerdir. Özellikle 20. yüzyılda, birçok bilim insanı ve evrimsel biyoloji araştırmacısı, ırkçılığa karşı bilimsel argümanlar geliştirerek, evrim teorisinin insanlık tarihi boyunca bir bütünlük ve ortak köken sunduğunu savunmuştur. Bu yaklaşımlar, ırkçı ve milliyetçi ideolojilerin biyolojik temelden yoksun olduğunu savunur.
Türk Geleneğinde İnanca Bakış
Türkler, tarih sahnesine çıktıkları ilk dönemlerden itibaren güçlü bir inanç sistemi ve bu inançla yoğrulmuş bir ahlak anlayışıyla var olmuşlardır. İnançları, toplumu bir arada tutan güçlü bir harç görevi görmüştür. Gök Tanrı inancından İslam’a, Budizm’den Maniheizm’e kadar farklı inançlarla şekillenen Türk toplumu, ahlak, adalet ve toplumsal düzeni her zaman inançlarının merkezine koymuştur. Bu anlayış, Türklerin sadece birer birey olarak değil, bir topluluk olarak da erdemli bir yaşam sürmelerini sağlamıştır.
Göktanrı inancı, Türklerin ahlaki temellerini atan en eski inanışlardan biridir. Bu öğretiye göre insan, sadece kendisine değil, doğaya, topluma ve yaratıcıya karşı sorumludur. Tanrı tarafından verildiğine inanılan “Kut” anlayışı, yöneticilere adil olma zorunluluğu yüklerken, bireylere de erdemli bir hayatın gerekliliğini hatırlatmıştır. Türkler, İslam’ı benimsedikten sonra bu ahlaki temelleri daha da güçlendirmiş, inançlarının evrensel değerlerini kültürel miraslarıyla harmanlayarak toplumsal huzuru ve bireysel onuru sağlamışlardır. Türk geleneğinde ahlak, yalnızca dini bir yükümlülük değil; adaletin, dayanışmanın ve toplumsal düzenin temel taşı olmuştur.
Türk Geleneği ve Ateizmin Tutarsızlığı
Ateizm ise inançsızlığı temel alır ve ahlakı ilahi bir kaynaktan bağımsız olarak değerlendirir. Bu anlayışta ahlak, bireylerin özgür iradeleri ve toplumların uzlaşılarına dayalı bir kavramdır. Ancak bu, Türklerin binlerce yıllık geleneğinde kök salmış ahlak anlayışından oldukça farklıdır. Türk kültürü, bireysel keyfiyeti değil, topluma, geleneklere ve ortak değerlere bağlılığı esas alır. İnanç, Türkler için sadece bireysel bir rehber değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğun ve dayanışmanın temelini oluşturan bir pusuladır.
Ateizm, bireyin eylemlerini sınırlandıran ya da yönlendiren bir otorite sunmadığı için, Türk geleneğinde yerleşik olan ahlak anlayışının sunduğu çerçeveden yoksundur. Türklerin tarih boyunca benimsediği ahlak, yalnızca bireysel erdemleri değil, kolektif bilinci ve toplumsal düzeni de önceler. Bu kolektif bilinç, Türkleri adalet, fedakarlık ve dayanışma ekseninde birleştirmiştir. İnanç, bu bağların korunmasında ve güçlendirilmesinde temel bir rol oynamıştır.
Türkçülüğün Fikir Babalarının İnanç İlişkisi
Başta Ziya Gökalp olmak üzere, Türkçülük fikrini temellendiren isimlerin neredeyse tamamı, Türklüğün manevi temellerini İslam ile birleştirmiş ve bu iki unsuru ayrılmaz bir bütün olarak görmüştür.
Din, yalnızca kişi ile Allah arasında olan bir şey değil aynı zamanda toplumsal inşa rolüne de sahip bir amildir.
ZİYA GÖKALP
Diğer isimlerin aksine kendisini İslam geleneğinden farklı bir şekilde konumlandıran Hüseyin Nihal Atsız dahi, dinin ruhi bir ihtiyaç olduğunu savunur ve Turancılık hayalindeki oluşumun inanç kimliğinin Müslüman olmasından rahatsızlık duymayacağını da belirtmiştir.
Hüseyin Nihal Atsız, bilimi yalnızca bilim için değil, milletin hizmetinde bir araç olarak görmüş ve “Milli Şuur” kavramı altında toplumsal ahlakı şekillendiren unsurlara özel bir önem vermiştir. Şeref, namus, aile değerleri ve kılık kıyafet adabı gibi konuları, din ahlakına benzer bir ciddiyetle ele alarak, milletin kültürel ve ahlaki bütünlüğünün temelleri olarak görmüştür.